Gönülçelen'in İzlenme Payı Artıyor.. !!
'Gönülçelen'in izlenme payı artıyor: İzleyici yalansız, kötülüksüz, safiyane bir aşk rekabeti görmek istiyor belli ki
ORHAN TEKELİOĞLU (Arşivi)
Esas
hikayesi sonlanan bir dizinin izlenir kalması çok da mümkün değil
aslında. Örneğin, şu sıralar ciddi reyting sorunları yaşayan Ezel’in
Monte Kristo Kontu’ndan “apartılan” hikayesi tükenince diziyi bir “öç
alma” hikayesinden, senaristlerin deyişiyle, bir “imkansızlık”
anlatısına çevrilmesi işe yarıyor mu, pek bilemiyorum. Çünkü, anlatının
başında nasıl bitmesi gerektiğini izleyiciye duyumsatılırsa (örneğin,
öçün alınması), izleyici de kendini o sona doğru konumlandırır ve bir
detektif gibi ipuçlarını toplayarak senaristten daha önce hikayenin
sonunu görür. Bu nedenle senaristler, hikayenin bitmekte olduğu yerde
yeni bir klişeyi (bildik bir “anlatıyı”) devreye sokarak izleyicinin
ilgisini soğutmamaya çalışırlar. İzleyicinin sevdiği klişelerin başında
rekabete dayanan ilişki üçgenleri geliyor. Örneğin, öcünü alarak
hikayesini tamamlayan Ezel’e bulunan yeni klişe, onu yeniden yaratan bir
yaşlı bilge olarak düşünebileceğimiz, kolayca “yenilmezlik” payesi bile
verebileceğimiz Ramiz Dayı’nın da mağlup olabileceği kurgusuydu.
Böylece yeni bir üçgen şekillendi. Eski üçgen nasıldı? Ezel (eski aşık,
Ömer), Cengiz (eski arkadaş, yeni sevgili) ve Eyşan (esas kız) arasında
çok bildik “aşk-hayal kırıklığı-aldatma” ile tarif bulan bir üçgendi bu.
Yenisindeyse, Ramiz, Kenan ve Ezel arasınaki iktidar rekabetini temel
alan bir anlatı şekillenirken, anlatının başında sözü edilen eski
dostluk üçgeni yeniden kuruldu. Böylece, hikayenin “tarih öncesine”
dönülerek Ömer, Ali ve Cengiz arasındaki dostluk-üçgeni yeniden can
buldu. Sezon başında reyting sıçramasına neden olan Sekiz’in diziye
girmesi, bir başka tuhaf üçgene işaret etmişti zaten. Kenan tarafından
yıllarca “eğitilerek” bir canavara dönüşen, dedesini öldürmeyi hayattaki
tek “vazifesi” bilen Sekiz ile Ezel arasında mücadelenin üçüncü ayağı
tabii ki Ramiz’di. Bir süre sonra Sekiz ölüp de bir üçgen azaldı derken,
bu defa, Ezel, Kenan ve Eyşan arasında yeni bir aşk üçgeni kurulmaya
başlandı. Daha önce yazdığım bir yazıda (Radikal İki, 19 Eylül 2010)
belirttiğim gibi bu kadar karmaşık bir öykülemenin bu dünyaya ait bir
mantığı takip etmesi pek da mümkün değildi. Bu nedenle Ezel, ancak
rüyalarla karşılaştırılabilecek bir anlatı örgüsünü tercih etti, böylece
diyaloglar bir tür “sayıklamaya” dönüşürken, kahramanlar, ilişkiler,
davranışlar mitolojik anlatılara benzemeye başladı. Senaristlerin
yaratıcılığına (örneğin, son bölümdeki kumar sahnesiyle koşut olarak
kurulan, satranç hamlelerine benzeyen bir dizi şaşırtıcı olay) şapka
çıkarmak zorunda olsam da, genelgeçer izleyici için olay örgüsü gittikçe
içinden çıkılmaz bir hâl almakta.
Öte yandan, yeni ve dümdüz bir
üçgen kurgusu (iki arkadaşın aynı kadına aşık olması) reytingleri
düşmekte olan Gönülçelen için, deyim yerindeyse, can simidi işlevi
gördü. Bernard Shaw tarafından 1916 yılında yazılan ve daha sonra “My
Fair Lady” müzikalin olarak da sergilenecek olan Pygmalion, aslında
Yunan mitolojisindeki kendi yarattığı heykele aşık olacak olan, aynı
zamanda bir heykeltraş olan Pygmalion isimli bir Prensin hikayesini
temel alır. Popüler kültürün sıkça kullandığı anlatılardan biri olan bu
klişe, Yeşilçam tarafından da sevilmiş, Anadoludan gelen güzel ama
eğitimsiz kadınların bir “modernleşme” süreci olarak bir çok kez
sinemaya uyarlanmıştır. Gönülçelen de açık bir Pygmalion uyarlamasından
başka bir şey değildi zaten. Ekranın gördüğü en güzel yüzlerden birine
sahip olan Tuğba Büyüküstün’ün çiçekçi bir Roman kızını (Hasret)
canlandırdığı dizide, güzel ama eğitimsiz bir kızdan bir “star”
yaratılabileceği iddiası anlatının temelini oluşturuyordu. Birisi
besteci, diğeri ise yapımcı olarak müzik dünyasında yer alan iki yakın
arkadaş, Murat (Cansel Elçin) ve Levent (Onur Saylak), Hasret’ten bir
star olup olmayacağı üstüne bahse girerler ve tahmin edileceği üzere
kızın bunlardan haberi yoktur. Dizinin üçgeni, bu memlekette pek sevilen
cinsten, Anne, Oğul ve aileye uygun olmayan Kız arasındadır. Murat’ın
annesi, oğlunun farkında olmadan kıza tutulmaya başladığı andan itibaren
kızla oğlanın arasını bozmak için elinden geleni yapar. Bu, izleyicinin
alışık olduğu gerilim üçgeni sezon boyunca sürer, gider. Murat,
önceleri duygusal olarak ilgilenmediği, “eğittikçe” aşık olmaya
başladığını kızla ne yapacağını bilemezken, Hasret de sesini,
güzelliğini ve yeni sosyal konumunu fark eder. Üstelik, açıkça
söyleyemese de, o da Hocasına tutkundur, duygular denkleşmekte, aşk
koyulaşmaktadır. Uzatmayalım, neticede, geçen sezonun sonunda Hasret
“başarır”, bir star olarak Murat tarafından “yaratılır” ve aslında,
aynen Ezel’de olduğu gibi, temel alınan hikaye de sonlanır. Bu noktada,
yeni bir üçgene gerek vardır. Yeşilçamın bir başka sevilen klişesi, iki
erkeğin aynı kadına duydukları aşk gerilimi torbadan çıkarılarak anlatı
yön değiştirir. Gönülçelen’in reytinglerine bakınca, senaryodaki
manevranın işe yaradığı açıkça görülüyor, sezon başındaki izlenme
paylarına göre AB grubunda yaklaşık yüzde 10, genel izleyicide ise yüzde
5 artış sözkonusu. Örneğin, Ezel’deki yeni üçgenlerle
karşılaştırıldığında, çok sıradan denebilecek bu üçgenin başarısının
sırrı ne olabilir? Cevap, soru kadar yalın belki de. İzleyici, yalansız,
kötülüksüz, safiyâne bir aşk rekabeti görmek istiyor belli ki. Burada
kilit sözcük, tabii ki “rekabet”, çünkü ancak rekabetçi bir ortamda
aşkın hakiki olabileceği inancı var insanlarda. Klişelerle klişelerin
mücadelesi. Bir yanda, bir çok dizide (ve belli ki, hayatta) kolayca
serdedilen “aşkım!”, “seni seviyorum” teraneleri, öte yanda, sevdiğini
söylemekten bile utanan, yüzü kızaran utangaç aşıklar. Aslında
düşünürseniz, Gönülçelen’den başka mafyasız, kavgasız, yan karakterleri
sorunsuz, komedisi dozunda bir başka dizinin olmadığını fark
ediyorsunuz. Yanlış anlamayın, kimseler böyle bir aşk yaşamasa da, hayal
etmesi bile çekici olabilir. İşte, izleyici fantazisi ya da üçgenlerin
gücü.